ASIM'IN NESLİ VE MEHMED ÂKİF
Tarihler, Hicrî 1290 yılını
gösteriyordu. Sultan Abdülazîz’in saltanat yıllarıydı. Henüz 3 yıl önce;
İstanbul’da o meşhur Beyoğlu yangınları çıkmış, yine 3 sene önce açılan
Darü’l-Fünun-ı Osmani aynı yıl kapatılmıştı, Devlet-i Ali Osman iyice
zayıflamış, memleketin her bir köşesinde isyanlar, karışıklıklar zuhûr etmişti.
İşte bu ahvâl içinde Şevval ayının soğuk bir kış günü Payitaht İstanbul’da, Fatih
ilçesi Karagümrük semtinde dünyaya gelmişti Mehmet Ragif. Fatih Camii medrese
hocalarından olan babası Mehmet Tahîr Efendi, doğduğu aya atfen bu pek yaygın
olmayan ismi vermişti oğluna ve vefat edene kadar da hep bu isimle seslenmişti.
Ama arkadaşları ve annesi onu “Ragif” yerine “Âkif” diye çağırmayı daha uygun bulmuşlardı.
Âkif’in bir manası da “sonuna kadar mücadele etmek” demekti. Zira Yaradan da
Âkif’in hayatının bu mana üzerinde şekillenmesini tecelli etmişti.
Yıllar geçmiş; Âkif büyüyüp
serpilmiş, dini ve ilmi derslerini en başarılı derecelerle geçmiş, ve dönemin
gözde okullarından Mülkiye İdadisi’ne kaydolmuştu. Ne tevâfuktur ki; 3 sene
sonra babası Tahîr Efendi vefat etmiş, ertesi yıl evleri yanmış ve Âkif maddi
imkansızlıklar yüzünden okulunu bırakmak zorunda kalmıştı. Ama ailesi yoksul
düştüğü için yılmamış, daha sonra o yıllarda yeni açılan Ziraat ve Baytar
Mektebi’ne kaydolmuştu. Burayı da birincilikle bitirerek sonunda görevine
başlamış ve büyük bir azimle 6 ay gibi kısa bir sürede de Kur’ân-ı Kerim’i
ezberleyerek Hâfız olmuştu. Rüştiye’den beri taşıdığı edebiyat sevgisini
İslâm’ın nuruyla harmanlamış ve ilk yazılarını da yayınlamaya başlamıştı.
Mehmed Âkif için “mücadele” daha yeni başlıyordu…
Âkif’in gençlik yılları İslâm’dan uzaklaşılıp,
bireylerin kendi öz menfaatlerini gidermeye çalıştığı, Avrupa kültürünün değer
gördüğü ve benimsenmeye başladığı yıllara tekâbül eder. O da bu durumdan
rahatsızdır ve İslâm düşmanlarına topyekûn savaş açar. Özellikle “Umar mıydın?”
şiirinin ilk mısraları yaşadığı dönemin hengâmesini ne güzel yansıtır:
“Görünmez âşinâ
bir çehre olsun rehgüzârında;
Ne gurbettir çalan İslâm’a İslâm’ın
diyarında?
Umar mıydın ki: Mâ’bedler, ibadetler
yetim olsun?
Ezanlar arkasından ağlasın bir
nesl-i meyûsun?
Umar mıydın: Cemâ’at bekleyip
durdukça minberler,
Dikilmiş dört direk görsün, serilmiş
bir yığın mermer?”
“Baksana kim boynu bükük ağlayan?
Hakk’ı hayatın senin ey Müslüman!
Kurtar o bîçâreyi Allah için,
Artık ölüm uykularından uyan!”
Zaman böylece geçer gider… Ve en nihâyetinde Birinci Cihan Harbi zuhûr eder; İngiliz, Fransız, İtalyan yeni bir haçlı zihniyeti ile kuduz köpekler gibi üşüşürler “Hasta Adam”ın topraklarına. “Üç güne kalmaz Çanakkale’yi geçer, İstanbul’a varırız.” der İngiliz komutanı Lan Hamilton. Buna, Âkif’in şu mısraları beklide en güzel cevaptır:
“…Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle.
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.”
Çanakkale Harbi sırasında Berlin’dedir Âkif, ama kalbi hep Gelibolu’dadır; her gün harbin nasıl gittiğini sorar, dualar eder Mehmetçikler için. Ve bu kez kalemi Mehmetler için alır eline; mesafeler kısalır, uzaklar yakın olur, perdeler kalkar ve Çanakkale’yi gönül gözüyle destanlaştırır:
“Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
…
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.”
Yürekler, diller, renkler İslâm’ın nuruyla bir olur; etler, kemikler; zırha, kalkana bürünür ve Çanakkale geçilemez. Bu kez doğru tesbiti W. Churchill yapar “Biz Çanakkale’de Türklerle değil, Tanrı ile savaştık.”
“…Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!”
Çanakkale’de yedi düvel ağır bir
hezimete uğramış olsa da, diğer cephelerde yenilen müttefik orduları teslim
olur ve savaş Osmanlı aleyhine sonuçlanır. Birkaç gün içinde zor bir şartname
dayatılır; insanlığa sığmayan bir antlaşma metni üstünkörü imzalattırılır ve
Haçlı zihniyeti tekrar aç köpekler misali dört bir yandan zengin Anadolu
topraklarına üşüşür. Ama Müslüman-Türk için vatan namustur; önce Sütçü İmam
çıkar, sonra Hasan Tahsin. Ardından Anadolu’da bir umut ışığı parlamaya başlar;
insanlar elinde avucunda ve yüreğinde ne varsa Kurtuluş’a koşar… Âkif boş durur
mu? Hemen toparlanıp Ankara’da yeni açılan Millet Meclisi’ne katılır,
konuşmalar yapar, Çanakkale’yi hatırlatır, yüreklere istiklâl tohumu eker:
“Geçmişten adam hisse kaparmış...
Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi
verdi?
"Tarih"i tekerrür diye
ta'rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü
ederdi?”
İstiklâl Marşı için güfte yarışması açılır, yazılan
marşlar beğenilmeyince, marş Âkif’den rica edilir. Para ödülü vardır, o yüzden
yanaşmak istemez. Hamdullah Suphi iknâ etmeye çalışır üstadı. Çünkü, Âkif
Anadolu’nun asırlık ızdırabını yüreğinde hissetmiş, İslâm’ın o muazzam gayesini
kendine gaye edinmiş; kalbini Allah’a, canını vatana, aklını istiklâle bağlamış
büyük bir gönül adamıdır. Üstad sonunda –ödülü bağışlamak suretiyle- marşı
yazmayı kabul eder. Taceddin Dergâhına çekilir, marşı kaleme almaya başlar. Bir
gece apar-topar uykusundan uyanır; rüyasında söylediği mısraları kaleme almak
ister ama zifirî karanlıkta kalem-kağıt bulamaz. Mum ışığında dergâhın
duvarlarına kazır mısraları:
“Ben ezelden beridir hür
yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış?
Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi
çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere
sığmam, taşarım.”
Marşın kabul edildiği gün Âkif
verilen ödülün tamamını bağışlar, oysa o gün cebinde sadece iki lirası kalmış;
onu da Zonguldak milletvekili Hayri Beyden borç almıştır. İşte o, böylesine
yüce bir gönüle ve vatan aşkına sahipti...
Daha sonra Kurtuluş için son bir
gayrete girişilir; millet “Ya İstiklâl, ya ölüm!” diyecektir, ya tam bağımsız olacak ya da
tarihe gömülecektir. Bu yüzden Âkif de kendine görev edinir; Bursa, Kastamonu
ve nice illerde istiklâl ateşini yakar, vaazlar verir, halkı -zâlimin zulmüne
karşı- İslâm sancağı altında direnişe sevkeder. Tekrar yürekler, diller, renkler
bir olur; ordu yoktur; kurulur, para yoktur; bulunur; çoban iki koyunundan
birini, çiftçi hasadının yarısını, analar evladını, evliyalar duasını gönderir.
Yine Âkif’in sesi yükselir:
“Tükürün milleti alçakca vuran
darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan
kahbelere!”Ve en sonunda Âkif, aşığı olduğu istiklâle kavuşur, kavuşturur. “Asım’ın nesli” bir kez daha kurtarır vatanı ve tekrar aydınlatır İslâm kandilini…
“Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!”
Âkif’in bir manası da “ibadet eden” dir; işte o, bu mana üzere doğmuş, bu mana için yaşamış, bu mana üzerine mücadeleye girişmiş, yılmamış, yıkılmamış, her zaman Hakk’a tutunmuş, ve bu manayla ruhunu Hakk’a teslim etmiştir…
"Bu yazı Murat AKTAŞ'a aittir. İzin alınmadan ve kaynak gösterilmeden yayınlanması Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa göre suçtur."
0 Yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınız kişiliğinizin göstergesidir. Ahlak kuralları çerçevesinde her eleştiri kabulümüzdür...