Aslında bu yazı bir önceki "Yalnız Bir Çocuk ve Yalnız Bir Çocukluk" yazısının devamı değil. Yazının içindeki bir kısmın hikâyeleştirilmiş hali. Bunu neden yazmak istedim bilmiyorum ama sanırım herşeye rağmen devam edeceğim...
...
Bir gün öncesinden sağanak yağmurlarla ıslanmış nemli ve sıcak Karadeniz günlerinden biriydi. Çam ormanı çizgisinin hemen altında kalan küçük köyün mütevazi mahallesinde oradaki bir iki komşu evden başka dünyada hiç kimsenin umursamadığı bir telaş vardı...
Bir gün öncesinden sağanak yağmurlarla ıslanmış nemli ve sıcak Karadeniz günlerinden biriydi. Çam ormanı çizgisinin hemen altında kalan küçük köyün mütevazi mahallesinde oradaki bir iki komşu evden başka dünyada hiç kimsenin umursamadığı bir telaş vardı...
Sahibinden daha yaşlı görünümlü bir Ford kamyonet evin üstündeki toprak yığınının yanında durdu. Kamyonetin içinden iki adam ve bir kadın yavaş adımlarla çıktı. Ancak birşeyi içeride unutmuş gibi kamyonetin arka kapısına doğru tekrar yöneldiler. Birkaç saniye içinde 50-60 yaşlarında bir adamı iki erkek kollarından tutarak yavaşça kamyonetin içinden çıkardılar ve ardından evden getirildiği belli olan yeşil-siyah, yün bir battaniyeye yatırdılar...
Tam o sırada, kamyonetin durduğu toprak yolun hemen altında evin ön kapısına doğru inen dik patikadan yukarı hışımla koşarak çıkan ve "Baba!" diye uzun uzun sevinç çığlıkları atan bir çocuk belirdi. 5-6 yaşlarındaki bu erkek çocuğu küçük ayaklarının ivme kazandırdığı büyük adımlarla nefes nefese yokuşu tırmanarak külüstür kamyonetin yanına geldi. Hasta adamı yatırdıkları yeşil-siyah battaniyeye doğru ilerledi. Tam hastaya dokunacakken şefkatli bir kadın eli kendisini durdurdu:
- Oğlum, baban hasta, sonra görürsün. Şimdi eve taşıyalım ki daha fazla hasta olmasın, dedi.
Küçük çocuk yüzünde üzgün ve çaresiz bir ifadeyle babasına doğru sevinçle uzattığı elini yavaşça geri çekti. İçini kaplayan sevinci biraz kaybetmiş olsa da "Olsun, nasılsa babam hep burda kalacak, bizimle olacak. Artık hastaneye gitmeyecek, hem bundan sonra ben de burdayım, beni bir daha abimin yanına göndermeyecekler." diye düşündü içinden.
İki adam hastayı yavaş ve dikkatli bir şekilde eve taşırken dik yokuşun hemen ardında; en az 300 yıllık eski Rum evinin taştan örme, balçıkla sıvanmış duvarları göründü. Köy manzaralı iki küçük odası olan bu eski ama sağlam Rum evinin dışı balçık ve taşla örülü olsa da iç tarafına dikey şeritler halinde uzun tahtalar döşenmişti. Evin, eşiği oldukça düşük kapısından girişte uzun ve genişçe bir salon, salonun sol tarafında iki tane yatak odası ve sağ tarafta da bir oturma odası vardı. Odun sobası bu odada bulunduğundan hasta oraya taşınacaktı. Odanın, dış kapının aksine daha geniş ve yüksek olan kapısından içeriye girince sol tarafta alanın neredeyse yarısını kaplayan diz boyu yüksekliğinde tahtadan bir sedir, sedirin sobaya yakın olan yerinde de gelişigüzel serilmiş yavruağzı rengi çiçekleri olan sünger bir yatak vardı. Hasta için hazırlanmış olduğu gayet belli bu sünger yatağın yarısı sedirin üst tarafındaki pencereden gelen ışık huzmeleriyle aydınlanıyordu... Titizlik ve dikkatle sünger yatağa yerleştirilen hasta nefes almakta zorlanıyordu. Gözleri yarı kısık etrafını saran insanlardan ziyade, sağındaki pencereden gelen güneş ışığını görmeye çalışıyordu. Az önceki küçük çocuk da odaya girmişti ve babasının yanına gidebilmek için gözleriyle gizlice etrafı süzüyordu.
........
Bir saat kadar sonra hastanın kardeşi de abisini ziyarete gelmişti. Çocuk amcasını kendine siper edip ardı sıra yürüyerek babasının yanına geldi. Hastanın pek konuşacak hali yoktu ama kardeşinin sorduğu bir-iki alışılageldik soruya boğuk ve kısık sesiyle kısa cevaplar verdi. Ardından adam, hasta abisinden başka bir iş için izin isteyip dışarı çıkarken çocuk babasına doğru yaklaştı. Ancak beklemediği bir tepkiyle karşılaştı. Hasta adam, oğlunu eliyle hafifçe iterek sağına döndü ve:
- Oğlum, halim yok, dedi.
Babasına yaklaşmak için gerçekleştirdiği ikinci girişiminde de hüsrana uğrayan çocuk, üzgün ve kalbi kırılmış bir şekilde sedirin yanından uzaklaşarak odanın kapı eşiğinde oturarak babasını izlemeye koyuldu. Arada annesinin yanına kadar gidiyor, babasının durumunu soruyordu. Annesi, tüm sorularına geçiştirmek için söylendiği belli olan kısa ve ucu açık cevaplar veriyordu. Gözlerindeki hüznü oğluna belli etmemeye çalışıyor ve onunla yüz yüze gelmekten her seferinde kaçınıyordu. Oğlundan bir şeyleri gizlediği telaşından seziliyordu.
........
Kocası, aslında 25 yıldır akciğer kanseri hastasıydı. Ancak doktorlar, hastalığın son evresinde bunu farkedebilmiş ve onların deyimiyle artık yapabilecek pek fazla birşey kalmamıştı. 6 aydır yattığı hastanede durumu daha da kritik olunca en sonunda doktorlar "Allah'tan ümit kesilmez, ama muhtemelen birkaç günlük ömrü kaldı, çoluğunu çocuğunu görüp helallik alsın." diyerek hastayı taburcu etmişlerdi. O da bunun farkındaydı ki taburcu edilmeden birkaç gün önce karısına şunları söylemişti:
- Hiçbir şey değil de Murat'ım çok küçük, keşke biraz daha büyüseydi...
........
Evde "Bey! Bey!" diye bir çığlıktır koptu. Hasta aniden öksürmeye ve yavruağzı çiçekleri olan nevresimin üzerine kan kusmaya başlamıştı. Durmaksızın gözlerini büyütüp, göğüs kafesini kaldırıp indirerek daha derinden nefes almaya çalışıyor ancak nefes almaya çalıştıkça kustuğu kanlar boğazına doluyor ve soluğunu daha da güçsüzleştiriyordu. Anne bir anda oda kapısının önünde gördüğü manzara ile dehşete düşmüş oğluna döndü ve boğuk bir sesle ona bağırmaya başladı:
- Oğlum, koş amcanı çağır! Çabuk oğlum!
Çocuk, şahit olduğu görüntünün etkisinden kurtulamamış halde, ne yaptığının bile farkında olmadan dışarı çıktı. Anne ve oğlunun gözünün önünde cereyan eden bu dehşet manzara, büyüdüğünde bile ilk günkü gibi çocuğun aklında kalacak ve hiçbir zaman silinmeyecekti.
Çocuk, evin önündeki yokuştan bir kaç saat önceki gibi hızlı adımlarla koştu. Yokuşun başında, patikayı kapatan otları elindeki tırpanla biçmeye çalışan amcasını gördü. "Annem çağırıyor amca!" diyebildi sadece gözleri dolarken. Ancak o an neler olduğunu anlayabilmişti. Amcasının tırpanı elinden atması ile eve doğru koşmaya başlaması bir oldu. Çocuk da kendince koşar adımlarla amcasının ardından eve girdi. Ne olduğunu tam kestiremediği duygularla küçük kalbi atıyor ve gözlerinden su damlaları büyüklüğünde yaşlar annesinin ördüğü, kahverengi kazağın üzerine birer birer dökülüyordu...
Çocuk, evin önündeki yokuştan bir kaç saat önceki gibi hızlı adımlarla koştu. Yokuşun başında, patikayı kapatan otları elindeki tırpanla biçmeye çalışan amcasını gördü. "Annem çağırıyor amca!" diyebildi sadece gözleri dolarken. Ancak o an neler olduğunu anlayabilmişti. Amcasının tırpanı elinden atması ile eve doğru koşmaya başlaması bir oldu. Çocuk da kendince koşar adımlarla amcasının ardından eve girdi. Ne olduğunu tam kestiremediği duygularla küçük kalbi atıyor ve gözlerinden su damlaları büyüklüğünde yaşlar annesinin ördüğü, kahverengi kazağın üzerine birer birer dökülüyordu...
........
31 Mayıs 1999, ikindi vakti. Bir gün öncesinden sağanak yağmurlarla ıslanmış nemli ve sıcak Karadeniz günlerinden biriydi. Çam ormanı çizgisinin hemen altında kalan küçük köyün mütevazi mahallesinde oradaki bir iki komşu evden başka dünyada hiç kimsenin umursamadığı bir telaş vardı... Hasta adam, küçücük oğlunun gözleri önünde gözbebekleri dışarı fırlamış halde, kendi kanında boğularak ızdırap içinde can verdi...
------------------------
O hasta adam benim babamdı ve o küçük çocuk bendim... 31 Mayıs 1999 tarihinde 6 yaşındayken babamı kaybettim. Bir nevi otobiyografi özelliğini taşıyan bu hikâye istek olursa buradan ve Wattpat üzerinden devam edecek... Benim de bu yazıyı okuyanlardan nacizane bir ricam var; Lütfen ölmüşleriniz ve benim babam için birer Fatiha okuyun...
Babam ve ben. Muhtemelen 1997 |
0 Yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınız kişiliğinizin göstergesidir. Ahlak kuralları çerçevesinde her eleştiri kabulümüzdür...