Osmanlı Devletini 623 yıl ayakta tutup bir cihan devleti haline getiren elbette pek çok sebep ve politika var, ancak burada döneminde başka devletlerde pek bulunmayan bir özelliğinden bahsedeceğim.
16. yüzyılda Osmanlı Devleti |
Bu kadarı açıklayıcı olmayabilir, o halde gelin biraz derinlere inelim:
Avrupa toplumu 17. yüzyılın sonlarına kadar; askerler, soylular, rahipler, köylüler gibi çok çeşitli sosyal ve siyasal sınıflara ayrılıyordu. Kimi zaman soyluların, kimi zaman da rahiplerin elinde zanaatkar, köylü ve köle sınıfı eziyet çekiyor; hayvan muamelesine tabi oluyordu. Bu sınıflar arasında geçiş yapmak pek çok yerde imkansızdı. Doğduğunuz sınıfın bir üstüne çıkabilmeniz için bile akıl almaz çabalar göstermeniz gerekiyordu. Dini öğütlemek ve yüceltmek maksadıyla var olduğu söylenen ve halktan daha mütevazı bir hayat yaşamaları caiz olan rahipler zenginlik ve sefa içerisinde yaşarken fakir Hristiyanlar açlık ve sefalet içerisinde yaşamaya çalışıyorlardı. Bir köylünün değil devlet memuru olması; okul okuması bile olacak şey değildi!
Avrupa'da tüm bunlar ve daha fazlası yaşanırken Osmanlı'da Müslümanlar ile Zimmîler beraber yaşıyor, Hristiyan ve Yahudiler kendi örf adet ve geleneklerini, dinlerini rahatlıkla eda edebiliyorlardı. Osmanlı serhatlerde Hristiyanlardan oluşan birlikler oluşturup kendi ordusuna dahil ediyor, devşirme ile köylerden kasabalardan aldığı çocukları eğiterek Osmanlı sarayında görevlendiriyor veya memur, asker olarak yetiştiriyordu.
Osmanlı topraklarında reâya(halk) statüsünden devlet kurumlarına veya askerliğe geçiş için sadece üç şart vardı:
- Devlete hizmet etmek.
- Dine hizmet etmek.
- Osmanlı adabını bilmek.
Verilen görevi layığıyla ve en iyi şekilde yerine getirerek devlete ve dine hizmet etmek, Osmanlı adet, gelenek ve örfüne bağlı olmak yükselmeniz için yeterliydi. Zira 16. yüzyılda Osmanlı Sarayına giden Avusturya elçisinin Kanuni Sultan Süleyman'ın huzurunda iken gördüğü manzara ve anlattıkları başka söze mahal vermemektedir:
Biz huzurda iken büyük bir kalabalık vardı; vilayet beylerleyleri, süvariler, sipahiler, yeniçeriler burda idiler. Bu koca mecliste tek bir kişi yoktu ki bulunduğu konumu kendi yeteneğine ve cesaretine borçlu olmasın. Hiç kimse filanın neslinden, falanın soyundan gelmiş olmak dolayısıyla, diğerlerinden yüksek bir mevkiye çıkamaz. Herkesin vazife ve işi ne ise ona göre itibar edilir. Bundan dolayı Türkler arasında merasimle üstünlük kavgası yoktur. Herkese bizzat sultan görevini verir. Bunu yaparken ne zenginliğe, ne anadan doğma babadan gelme asalete bakar, ne de boş ricalara, yalvarmalara, ne tavsiyelere... Bir adayın içerisinde bulunduğu gücü ve şöhreti hiç kale(Yukarıdaki cümleleri bizzat yaşayıp aktaran Avusturya elçisi tahlillerinin devamında devletin hudutlarını boyuna genişletmesini ve bu hale gelmesini "dağdaki çobanın, Osmanlı Sarayında vezir olabilmesi" hürriyetine bağlar. Gerçekten de Osmanlı tarihi -kimi lakap olsa da- pek çok Çoban Paşalar ile doludur. Bunların en ünlüsü Serdar-ı Ekrem olarak Kanuni'nin 2. vezirliğini de yapmış olan Çoban Mustafa Paşa'dır. Ayrıca bu insanlar çobanlıktan geldikleri için küçük görünmezler bununla övünür ve övülürler, çünkü çobanlık peygamber mesleğidir.kaaledeğil) almaz. Yalnız yetenekle zekaya bakar, karaktere bakar. ...Türkiye'de herkes konumu ve geleceğinin kurucusudur.
Osmanlı insanı "yaratılmışların en şereflisi" olarak gördüğü için ona değer vermiş, cezalarda da Çinde olduğu gibi suçlunun tüm soyunu ve Avrupa'da olduğu gibi ailesini suçlu tutmamış, suçu sadece kişinin şahsiyetine yüklemiştir. Bununla ilgili çok güzel ancak aynı zamanda acılı hatıralardan biri yakın tarihimizde Sultan Abdülhamit'in 31 Mart Vak'asında hâli sırasında yaşanmıştır. Olay şöyledir:
Abdülhamit'in henüz ağabeyi V. Murat yerine tahta geçtiği yıllardır. Ali Suavi adında bir gazeteci -muhtemelen İngilizlerle de işbirliği yaparak- Abdülhamit'i tahttan indirerek yerine akıl sağlığı pek yerinde olmayan V. Murat'ı tekrar tahta geçirmek için 300 kişi ile Çırağan Sarayı önünde isyan başlatır. Orada bulunan Hasan Paşa olaya müdahale eder, isyan bastırılır; Ali Suavi ve bazı isyancılar orada çıkan çatışmada öldürülür. Bazıları da yaralanır veya tutuklanır. Tutuklananlar arasında Süleyman Bey adlı bir şahıs vardır. 3 yıl hapis cezasına çarptırılır. Süleyman Bey'in oğlu Mahmut Şevket ise o sırada bir Harbiye öğrencisidir. Babasının yaptığı dolayısıyla kendisine suç isnat edilmez ve okuluna devam eder. Babası 3 yıl sonra hapisten çıkar, kendisi de Harbiyeyi sınıf birincisi olarak bitirip rütbe alır. Almanya ve Fransa'da göreve gönderilir, pek çok dil öğrenir ve 34 yaşında Albay rütbesine terfi edilir. Ancak bağlı bulunduğu Serasker tarafından verilebilen en yüksek rütbe budur. General rütbelerini Serasker önerir, Padişah siciline bakıp imzalar veya bekletir. İşte 1895 yılında Albay Mahmut Şevket'in sicil dosyası II. Abdülhamit'in önüne koyulur. İyi bir eğitim almış ve pek çok yararlı görevde bulunmuş Albay Mahmut Şevket'i Sultan bizzat tanıyor ve takip ediyordur. Ancak tek kusuru babasının Ali Suavi vakıasında kendisini hakkı olmadığı halde tahttan indirmeye cüret etmiş olmasıdır. Osmanlının temiz saflığı ve yukarıda da bahsettiğimiz 'suçu şahsa atfetme' görüşü nedeniyle Abdülhamit kendisinden çok şey beklediği ve memnun olduğu Mahmut Şevket'i generalliğe yükseltir. Daha sonraları kendisini merkezi Selanik'te olan 3. Ordu Kumandanlığına getirir, ayrıca Birinci Mecidi ve Murassa nişanlarını da verir.Hikâyemiz bu mutlu sonla bitsin isterdik, ancak olayın devamı şöyle gelişir;
Meşrutiyetin ilanı üzerinden henüz bir yıl geçmeden Mahmut Şevket Paşa Selanik'ten "Harekat Ordusu" adıyla çoğunluğunu Balkanlardaki eşkıyanın oluşturduğu bir ordu ile İstanbul'a gelir ve türlü hakaretler saydırdığı Sultan Abdülhamit'i tahttan indirir. Üstelik Sultan Abdülhamit, sarayda ona bağlı bulunan zamanın bordo berelileri olan hassa birliklerini kardeş kanı dökülmesin diye harekete geçirmez...
Kendisini terfi edip, nişanlar verip devletin en büyük ordularından birinin başına geçiren Sultan Abdülhamit'e Mahmut Şevket Paşa'nın minneti böyle vuku bulmuştur. Aşağıda "Mahmut Şevket Paşa'nın 31 Mart Olayı Sırasındaki Ses Kaydı"nı dinleyebilirsiniz. Son karar sizlerin...
Sadede gelecek olursak bu sadece II. Abdülhamit'in değil, hemen hemen tüm Osmanlı padişahlarının fikriyatıdır tıpkı ataları Osman Bey'e Şeyh Edebali'nin söylediği gibi: "İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!"
- Bir önceki "Mehmetçik'e Mektup" adlı yazımı da okuyabilirsiniz.
0 Yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınız kişiliğinizin göstergesidir. Ahlak kuralları çerçevesinde her eleştiri kabulümüzdür...